17 Ağustos 2009 Pazartesi

İnsanlık büyük bir buhran içerisinde. Tek bir amaç var; o da hayatta kalmak. Bunun için yapılabilecek herşeyi yapmaya hazırlar. Gerekirse öldürmeye bile... Kendi zayıflıklarını örtmek için bir tanrı uydurmuşlar kendine, tapınıp duruyorlar. Halbuki bilmiyorlar kendi elleriyle yarattıları bu tanrı güçlendi ve şimdi onlarla oyun oynuyor. Yani anlaşılan 'Boynuz kulağı geçti.'
Herkes hayatta kalmak istiyor ve herşeyi yapıyor ya; kimisi mutluluğunu bile bırakmaya hazır ve hatta bırakanlar bile var. Hem de o kendi yarattıkları tanrıya, en çok ihtiyaç duydukları şey olduğundan habersiz... Bilmiyorlar mı onlar mutlulukları kendi meyvelerinde? Yaşamak istiyorlar sonsuza dek fakat bu yaşamın bir amacı kalmamış. Çünkü amaç araç olmuş, bir anlam bırakmamışlar yaşamaya.
Bir öpücük lazım insanlara onları derin uykularından uyandıracak. Ne kadar suçlu da olsalar onlar insan. Yani öyle su serperek kaldırmamak lazım. Keza belki öpersek anlarlar artık mutlu olmak ihtyacını. Hoş anlasalar bile boş sayılır ya artık... Nasıl öldürecekler tekrar o tanrıyı? Kim öldürebilir ki artık onu? İşte! Ben öldürdüm o tanrıyı... Hem de mutluluğumu silah yaparak... Biliyordum ki insanlar mutlu olursa mutluluk geri bana dönecek sonunda...

YILMAZ ODABAŞI

d(erken) yıllar geçer
o herhangi bir gün de akşam olur
akşam olur sen bana bir bardak çay getirirsin
ensenden öperim o saat bardakta şeker gibi erirsin
sen bir yaz güneşisin bakınca gözlerine bir sevinir
bir sevinirsin..

yüreğinden ansızın okul çocuklarının trampetleri geçer
tramvaylar havai fişekler geçer..
benim yüreğimde ise hep uzak ki yollar
içinden uzun yol otobüsleri sessiz ırmaklar geçer..
benim ırmaklarım
ırmaklarım benim senin gözlerinden geçer...

13 Ağustos 2009 Perşembe

AHMET ARİF - HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

UMUT ALTINÇAĞ - YİTİRİLEN

Ola ki yürürüm bir başka aşka
ya da yürürüm mavi olmayan bir gülüşe
unutma ki tek aşk olduğum sensin
âşık olduğum değil.

Karanlıkla süzülüyor içime yıkım
dur diyorum yıkılıyorum
uçurumları başucuma koyuyorum sonra
okşuyorum saçlarını rüzgarda
sıcak ılık bir koku siniyor yüreğime
gitme diyorum gitme düşüyorum
sonra beni soruyorlar bana
tanımıyorum diyorum daha hiç karşılaşmadık
aynı çizgide bilge susu mu dinliyorlar ben sustukça
yazık bir çığlığın doğuşu gibi ölüyorlar
önce bir bir sonra hepsi
sonra mı bir ben kalıyorum bir de yalnızlık
uçurumlar yıkımlar ben ve yalnızlık.

Zorlu bir savaşın unutulmuş cesetleri gibi yatıyoruz yan yana
öpüşüyoruz sevişiyoruz da hatta
her şey oyunun yasaklarına uygun bir yasak oluyor sonra
tek umudumuzu göğe gelin ediyoruz telli kanlı düğün işte.

Üşüyor saçlar biliyorum dargın mısın
bu baharda mayısa bıraktığım gibi misin hala
vurulmuş çocuk gibi büyümemiş yüreğinde hüzün
hala kaçıyor musun gözlerini bırakarak birilerinde
hala ellerinden tutup sevgileri dipsiz kuyuya salıyor musun ağlayarak
küçücük bir dokunuşla son sevilen olabiliyor musun
kendin kadar aklımdasın.
Hala öyle savruk bir gök
hala öyle yerini yurdunu bulamamış bir mavi
ve aşkını şaşırmış bir tanrı.
Çoğalan sızısıyla mutlu bir yara.

Öyle misin mavi gözlü sarı saçlı yoldaşım
öyle bıraktığım gibi misin
gerçeği yakmada hala usta mısın
yoksa çırak mı yanarken yalanda
saçlarıma dolanan aydınlığımsın
somutlaştıramadığım tek imgemsin şiirede
anlattıkça eksilen tek anlam
anlattıkça eksilen tek anlam.
Hala bıraktığım gibi misin.
Yoksa beni bıraktığın gibi mi
kaç mevsimsiz kar düştü toprağıma.
Kaç mevsimsiz kar düştü benim toprağıma.
Hala bıraktığım gibi misin.

YILMAZ ODABAŞI - AŞK BİZE KÜSTÜ

I
biz bu kentlere sığdık da
bu kentler bize sığmadı âsiya
ve bir çığlık gibi günlerin çarmıhında
arttıkça yalnız, sustukça silik...

ay ışığı gölgeleri büyüttü
son kuşlar da vuruldular dağlarda
yakamozları söndü sahillerin, ışıkları evlerin
çağın vebalı gövdesinde
bir hayalet gibi gölgemizde yalnızlık

kaldık... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi...

II
düşler artık ölü çocuklar doğuruyorsa
sevgiler boğduruluyorsa kürtajlarda
ve daha eskimemiş tüfeklerle
ordusu bozguna uğramış askerler gibi kalıp
bozuk paralar gibi yuvarlanıyorsak kaldırımlarda
bir bedeli vardır elbet cennetini çaldırmanın
ömrünü piç bir bebek gibi
bırakmanın
bulvarlara
bozgunlara
ve yanlış yalan aşklara;
bir bedeli
bu kuşatmaların, ilkyazları kurşunlatmaların...

biz bu kentlere sığdık aslında
bu kentler bize sığmadı âsiya
ah son kuşlar da vuruldular dağlarda!

III
ay ışığı gölgeleri büyüttü
mutluluk oyununa geç kalan ölü kuşlarla geldim
geldim... kırık bardaklar gibi
içilmiş sulardan geride buruk bardaklar gibi

ve ömürlerimizde bin kasvetle upuzun
sefalet seferlerinin ayazı
belki de yalnız geçireceğiz artık kimbilir
batan gemiler gibi yiten aşklardan geride
kalan her kışı, güzü ve yazı

ay ışığı gölgeleri büyüttü
ayrılıklar eskidi... biz eskidik

aşk bize küstü âsiya...

IV
belki de uzun sürecek bu bozgunun saçağında
sen şarkılarını sesine yasla
ve bırak beni de usulca
bir apansız yalnızlığa!

ay ışığı gölgeleri büyüttü
büyüdü ölüm
ve biz küçüldük âsiya..

HÖLDERLİN - EKMEK VE ŞARAP

Ama dost, geç geldik biz. Doğru, yaşıyor tanrılar
Ama başlar üstünde, yukarda, bir başka dünyada.
Sonsuzca etkindirler orda ve pek umursamazlar
Yaşayıp yaşamadığımızı, o kadarcık esirger bizi göklüler.
Çünkü zayıf bir tekne her zaman almaz onları,
Ancak zaman zaman dayanır tanrısal bolluğa insan.
Onların düşlenmesidir yaşam. Ama yoldan sapmak
İşe yarar uyku gibi, ve yoksunlukla gece zorlu kılar
Demir beşikte yeterli yiğitler büyüyünceye dek,
Yürekler göklülerce güçleninceye dek eskisi gibi,
Gümbürtülerle gelir onlar öyleyse. Bu sırada sık sık
Öyle gelir ki bana, uyumak yeğdir böyle yoldaşsız olmaktan,
Böyle beklemekten; ve ne yapmak ne söylemek gerek bu arada.
Bilmem; hem, neye yarar ozanlar yoksunluk zamanında?
Ama onlar, diyorsun şarap tanrısının kutsal
rahipleri gibidir, kutsal gecede ülke ülke dolaşan.

12 Ağustos 2009 Çarşamba

NIETZSCHE - ARIADNE'NIN YAKINMASI

Kim ısıtır, kim sever beni daha?
Sıcak eller uzatın bana!
Yürek mangalları uzatın bana!
Vurulup düşürülmüş çırpına çırpına,
can çekişenler gibi, ayakları ovuşturulan,
sarsılmışım, ah! Bilinmeyen ateşlerle yana yana,
sen peşimdesin, ey Düşünce!
Adlandırılamaz! Açıklanamaz! İğrenç!
Sen, ey bulutların ardındaki avcı!
Yerle bir olmuşum senin şimşeklerinle,
sen alaycı göz, dikmişin gözünü bana karanlıklardan!
Yatıyorum öyle,
kıvrılarak, çırpınarak, işkencesiyle
bütün sonsuz ezaların,
vurdun beni
sen ey zalim avcı,
sen ey tanınmaz - T a n r ı...
Vur, daha derine vur!
Bir kez daha, haydi vur!
Kopar, parçala bu yüreği!
Niye bu işkence körelmiş oklarla?
Neye göz koydun böyle,
usanmadın mı bu insan işkencesinden,
acı vermekten haz duyan Tanrı şimşeği gözlerle?
Öldürmek değil istediğin,
yalnızca eziyet, eziyet etmek mi?
Bana - niye eziyet ediyorsun,
sen, ey acı vermekten haz duyan tanınmaz Tanrı?

Ha ha!
Usul usul sokuluyorsun
böylesi gece yarısında?...
Ne istiyorsun?
Konuş!
Üstüme geliyorsun, sıkıştırıyorsun beni,
Ha! Çok yaklaştın yanıma!
Soluğumu duyuyorsun,
yüreğimi dinliyorsun,
kıskanç seni!
- neden kıskanıyorsun beni?
Git! Defol!
O merdiven de niye?
İçeri mi girmek istiyorsun,
yüreğime tırmanmak,
en mahrem
düşüncelerime tırmanmak?
Utanmaz! Tanınmaz! Hırsız!
Ne çalmak istiyorsun?
Ne gözetlemek istiyorsun?
Ne işkencesi etmek istiyorsun?
Sen ey işkenceci!
sen - Cellat - Tanrı!
Yoksa köpek gibi,
taklalar mı ataydım karşında?
teslim mi olaydım, kendimden geçerek
sevginle - sırnaşarak?

Boşuna!
Sürdür batırmanı!
Zalim diken!
köpek değilim - avınım yalnızca senin,
zalim avcı!
en gururlu esirinim,
en ey bulutların ardındaki haydut...
Konuş artık!
Ey şimşeklerin ardına gizlenen! Tanınmaz! konuş!
Ne istiyorsun, ey Eşkiya... b e n d e n?

Nasıl?
Fidye mi?
Ne istiyorsun fidye diye?
Çok iste - böylesi yaraşır gururuma!
ve az konuş - böylesi yaraşır öteki gururuma!

Ha ha!
Beni - istiyorsun ha? beni?
herşeyimle beni?...
Ha ha!
Ve işkence ediyorsun bana, delisin ya işte,
gururumu kırıyorsun işkencenle?
S e v g i ver bana - kim ısıtır ki beni daha?
kim sever ki beni daha?
sıcak eller uzat bana,
yürek mangalları uzat bana,
bana, yalnızların en yalnızına,
buzunu ver ah! yedi kat donmuş buz,
düşmanları bile
düşmanları özlemeyi öğreten,
ver, evet, teslim et,
ey zalim düşman
bana - k e n d i n i!

Kaçıyor!
Bu kez o kaçıyor,
tek yoldaşım,
en büyük düşmanım, tanınmazım benim,
Cellat-Tanrım benim!...

Hayır!
gel geri!
bütün işkencelerinle birlikte geri gel!
Bütün gözyaşlarım
sana akıyor,
yüreğimin son alevi
seni aydınlatıyor.
Gel, geri gel,
tanınmaz Tanrım! A c ı m benim!

son mutluluğum benim!...

NIETZSCHE - ÖYLE BİR HAYAT...

Öyle bir hayat yaşıyorum ki,
Cenneti de gördüm cehennemi de
Öyle bir aşk yaşadım ki
Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de.
Bazılar seyrederken hayatı en önden,
Kendime bir sahne buldum oynadım.
Öyle bir rol vermişler ki,
Okudum okudum anlamadım.
Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedimki 'söz ver kendine'
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki,
Son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymişki zaman,
Hep acele etmem bundan, anladım...

LOIS ARAGON - ELSA'NIN GÖZLERİ

Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de
Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm
orada bütün ümitsizlikleri bekleyen ölüm
Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde

Uçsuz bir denizdir bulanır kuş gölgelerinde
Sonra birden güneş çıkar o bulanıklık geçer
Yaz meleklerin eteklerinden bulutlar biçer
Göklerin en mavisi buğdaylar üzerinde

Karanlık bulutları boşuna dağıtır rüzgar
Göklerden aydındır gözlerin bir yaş belirince
Camın kırılan yerindeki maviliğini de
Yağmur sonu semalarını da kıskandırırlar

Ben bu radyumu bir pekbilent taşından çıkarttım
Benim de yandı parmaklarım memnu ateşinde
Bulup yeniden kaybettiğim cennet ülke
Gözlerin Perumdur benim Golkondum, Hindistan'ım

Kainat paramparça oldu bir akşam üzeri
Her kurtulan ateş yaktı üstünde bir kayanın
Gördüm denizin üzerinde parlarken Elsa'nın
Gözleri Elsa'nın gözleri Elsa'nın gözleri.

CAN YÜCEL - EĞER

O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,
en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki de
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,
kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,
ya canım ellerini tutmak isterse...

Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,
kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!

CAN YÜCEL - HAYATI TERSTEN YAŞAMAK

Cami'de uyanıyorsunuz. Bir tahta sandık içersinde, herkes
karsınızda saf durmuş, iyiliğinize dua ediyor ve tüm haklar
helal edilmiş vaziyette.

Tabuttan doğruluyorsunuz,yaslı,olgun ve ağırbaşlı olarak.
Herkes etrafınızda,büyük bir itibar,iltifatlar,çocuklar
torunlar hepsi hazır.
Arabanıza kurulup evinize gidiyorsunuz.
Doğar doğmaz devlet size maaş bağlıyor, aylık veya üç ayda bir
maaşınızı alıyorsunuz. Ne güzel, hazır maaş, hazır ev...
Altmışlı yaslara kadar her şey garanti, huzur içinde
yaşıyorsunuz.

Sağlığınız gittikçe düzeliyor
Kaslar güçleniyor, kuvvetleniyorsunuz.

Bir gün çalışmak istiyorsunuz ve ise ilk başladığınız gün size
hoşgeldin hediyesi olarak bir plaket ve altın kol saati veriyor
patronunuz..

Ve Genel Müdürlük veya bunun gibi yüksek bir makamdan tecrübeli
bir insan olarak ise başlıyorsunuz.
Herkes karsınızda elpençe divan...

Vücudunuzda da bazı hoşa giden hareketler de başlıyor
gittikçe zayıflıyor forma giriyorsunuz
Diğer hormonal Aktiviteler artıyor, fevkalade.....

Aman ne güzel günler başlıyor...

Derken birgün patron size artik üniversiteye gitsen daha iyi
olur diyor. Bu arada Babanız ortaya çıkmış,"fazla çalıştın"
diyor "artik eve don,isi bırak,okumaya basla,harçlığın benden
olsun..."

Keyfe bakar mısınız ?
Okuduğunuz dersler gittikçe kolaylaşıyor
Ekmek elden su golden bir donem başlıyor.
Partiler, Diskotekler, Kızların sayısı artıyor.

Derken Anne ve Babanız sizi oturup getirmeye başlıyor, araba
kullanma derdi de yok artik...

Günün birinde sizi okuldan da alıyorlar, "evde otur, keyfine
bak,oyuncaklarınla oyna" diyorlar...

Mamanız ağzınıza veriliyor, zaman zaman altınızı bile
temizliyorlar, hatta bu durum alışkanlık yaratıyor ve hiç
tuvalet kullanmamaya başlıyorsunuz.

Derken Anneniz bir gün size süt verme kararını alıyor
ve başka bir keyifli dönem başlıyor.
Mama artik her yerde, her an ve en taze seklinde hazır.

Bir gün karanlık ilik ve sıcak bir ortama giriyorsunuz.
Beslenmek için ağzınızı ağmaya dahi gerek yok, bir kordondan
besleniyor sıcacık yumuşacık ! Gürültüsüz ve patırtısız bir
ortamda yaşıyorsunuz.
Küçülüyor, küçülüyor, ufacık bir hücre halini alıyorsunuz.
Veee günün birinde müthiş keyifli bir gece ile hayatiniz
bitiyor....

10 Ağustos 2009 Pazartesi

NAZIM - YAŞAMAYA DAİR

1.
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
2.
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
3.
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
'Yaşadım' diyebilmen için...

NAZIM - TAHİR İLE ZÜHRE MESELESİ

Tahir olmak da ayıp değil
Zühre olmak da..
Hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte
Yani yürekte.

Mesela bir barikatta dövüşerek
mesela kuzey kutbunu keşfe giderken
mesela denerken damarlarmda bir serumu
ölmek ayıp olur mu?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanm da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahir'i Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?

Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.

SAİT FAİK - O VE BEN

Sana koşuyorum bir vapurun içinden
Ölmemek, delirmemek için.
Yaşamak; bütün adetlerden uzak
Yaşamak.
Hayır değil, değil sıcak
Dudaklarının hatırası
Değil saçlarının kokusu
Hiçbiri değil.
Dünyada büyük fırtınanın koptuğu böyle günlerde
Ben onsuz edemem.
Eli elimin içinde olmalı.
Gözlerine bakmalıyım
Sesini işitmeliyim
Beraber yemek yemeliyiz
Ara sıra gülmeliyiz.
Yapamam, onsuz edemem
Bana su, bana ekmek, bana zehir
Bana tad, bana uyku
Gibi gelen çirkin kızım
Sensiz edemem.